Halkların Demokratik Kongresi 13. Dönem 5. Genel Meclis toplantısı 14 Eylül 2025 tarihinde gerçekleşmiştir.
İçinde bulunulan dönem, küresel ölçekte derinleşen krizlerin ve bölgesel çatışmaların yoğunlaştığı bir evreye işaret etmektedir. Ukrayna savaşı, Gazze’deki soykırım, Avrupa’daki toplumsal hareketlilik ve Asya’da ortaya çıkan gerilimler genel bir istikrarsızlık tablosu yaratmaktadır. Ortadoğu’da ise denklemin merkezinde Suriye bulunmaktadır. Türkiye’nin siyasal pozisyonu da büyük ölçüde bu eksen üzerinden şekillenmektedir. Devletin sahadaki dengeleri istediği biçimde kuramaması, çözüm süreci ve meclis komisyon çalışmalarının yavaşlamasına neden olmuşsa da geri adım atılmadığı da görülmektedir. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tehdit dili, sahada karşılık bulmamakta; ne Türkiye’nin ne de HTŞ’nin mevcut yapıları tasfiye etme kapasitesine sahip olmadığı tespiti öne çıkmaktadır. Uluslararası güçlerin etkisi belirleyici olmaya devam etmektedir.
İç politikada ise temel kırılma noktası, CHP’ye dönük operasyonlar ve muhalefetin konumudur. Karadeniz ve Ege’de yapılan halk toplantılarında “terörsüz Türkiye” söyleminin toplumsal karşılık bulmadığı, devletin resmi söyleminin halk nezdinde güven yaratmadığı görülmüştür. CHP’ye yönelik baskılar, kamuoyunda inanç kaybını artırmıştır. Komisyon çalışmalarında CHP’nin varlığı meşruiyet açısından önemli olsa da, medyanın süreç karşıtı tutumu bu etkiyi sınırlamaktadır. Seçimlerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda artan belirsizlik, siyaseti daraltan bir faktör olarak öne çıkmaktadır. OHAL hazırlıklarını çağrıştıran uygulamalar, iktidarın savaşı iç siyaseti dizayn etme aracı olarak kullandığını göstermektedir.
Gençlik açısından tablo farklı bir boyut taşımaktadır. 19 Mart sonrası ortaya çıkan heyecan, siyasetten uzaklık ve güvensizliği kısmen kırmıştır. Sansürün kısmen kalkmasıyla birlikte merak duygusu artmış olsa da, bu alanda muhalefetin hegemonik bilgi üretimi yeterli değildir. Kampüslere dönüşle birlikte gençlik örgütlenmesinde yeniden hareketlilik oluşma ihtimali vardır; ancak önceki deneyimlerden yola çıkarak kalıcı bir dinamizm çabası içine girilmelidir. Bu nedenle daha sistematik ve uzun soluklu bir örgütlenme hattının kurulması gerekmektedir.
Siyasette bir bekleyiş hâkimdir. Bu durum siyasal hattın yeniden kurulması ihtiyacını doğurmaktadır. Barışın toplumsallaşması önündeki en önemli engel, meselenin yalnızca Kürt sorununa indirgenmesi ve diğer toplumsal kesimlerin bunu kendi sorunu olarak görmemesidir. Sosyalistlerin, sosyal demokratların, emekçilerin ve ortalama yurttaşın sürece nasıl baktığı yeterince tartışılmamış; bu nedenle “barış benim sorunumdur” söylemi arzu edilen oranda toplumsal karşılık bulmamıştır. Karadeniz ve Ege’de yürütülen çalışmalar bu eksikliğin giderilmesi açısından önemli bir deneyim sunmaktadır.
Küresel ölçekte emperyalist kriz derinleşmektedir. Avrupa savaş bütçelerini artırmakta, Ortadoğu’daki gerilimler Türkiye’ye doğrudan yansımaktadır. İç siyasette iktidar, ekonomik daralma ve yoksullaşmayı gizlemek için savaş politikalarını kullanmakta; seçimlerin yapılmama ihtimali gündeme gelmektedir. OHAL koşullarını hazırlayan uygulamalar dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, savaşın topluma giydirilmesi ve korku ikliminin yaygınlaştırılması temel bir risk alanı olarak belirginleşmektedir.
Sendikal hareketin mevcut durumu da barışın toplumsallaşması açısından olumsuz bir tablo sunmaktadır. Sendikaların önemli bölümü yaşanan ekonomik kriz ve sermayenin el değiştirme sürecinin ülkedeki savaş politikalarıyla doğrudan bağlantısını kurmaktan kaçınmaktadır. DİSK gibi yapıların eşit yurttaşlık vurgusu sınırlı bir çerçeve sunmakta, emek cephesinden barışa güçlü bir sahiplenme üretilememektedir.
Sonuç itibarıyla, mevcut süreç küresel ve bölgesel kırılmaların, iç politik belirsizliklerin ve örgütsel zaafların iç içe geçtiği bir dönemi işaret etmektedir. Başlıca sorun alanı, barışın toplumsallaştırılamaması ve toplumsal kesimlerin sürece aktif katılımının sağlanamamasıdır. Bu nedenle önümüzdeki dönemde siyasal hattın ekonomik ve toplumsal taleplerle ilişkilendirilmesi, mahalle ve işyeri düzeyinde somut örgütlenme araçlarının geliştirilmesi ve gençlikten emek cephesine kadar tüm dinamiklerin sürece dâhil edilmesi zorunludur. Sürecin belirleyici yönü, yalnızca siyasal müzakere değil; aynı zamanda toplumsal tabanın harekete geçirilmesi olacaktır.